15 Eylül 2014 Pazartesi

Bakü'de...

 
Bu yıl katılacağımız son Fuar'ın Azerbaycan- Bakü'de olması, değişik yerler listeme bir yenisini ekledi.

Azerbaycan Türk vatandaşlarına vize uyguluyor ama kapıdan vize uygulamasıyla kolaylık sağlıyor; değişik bir işleyişleri var, önce pasaport kontrolü sonra vize alımı gibi :) Neyse ki kısa bir form, 2 fotoğraf ve 10 dolar ile hoş geldiniz diyorlar çok bekletmeden...

Havalimanı ile şehir arası yaklaşık 35-45dk arası sürüyor ve taksi ile ortama 20 -25 Manat. Para birimleri Manat, bildiğiniz Euro ile eşdeğer yani her şey 2,60 ile çarpılıyor.
Halkın durumu pek iyi değil ama zenginler çok zengin; arabalar, mağazalar; bizde olmayan çok sayıda dünya markasını barındırıyor ve en işlek caddesindeki Baby Dior 'da en dikkat çekeni oluyor.
Şehir güzel;  eskiden kalma zamanında yapılmış Avrupa mimarisine yakın binalar, yakın zamanda yapılanlar da Avrupa'yı aratmayan cinsten. Şehir 'deki binalarda ışıklandırma hoş, Paris sokaklarında yürüyor yada Londra'daki tabelaları okuyor gibi hissedebilirsiniz zaman zaman, ama Londra tarzı taksilerde Türkçe konuşmak sizi olduğunuz zamana döndürüyor.

Azeriler çok cana yakın, bize karşı çok samimi ve yardımcılar. Yemekleri genel olarak bize benzese de bazıları daha lezzetli :)
Lüks otellerin çoğalması şehre talebi daha da arttırmış. Deniz kenarında resort oteller bulabildiğiniz gibi, şehrin içinde bizim de kaldığımız gibi zincir otellerde bulabiliyorsunuz. Konakladığımız Fairmont Otel, harika bir oteldi ve özel hizmet sağladıkları Fairmont Gold'da müşterilerine harika bir konfor sunuyordu. Her istediğimizin elimizin altında bulunması tekrar gidersek kalınacak yer belli dedirtti.
Şehrin gezilecek yerlerinin başında gelen Kız Kalesi, kendi söylemeleriyle hemen İç Şehir'in meydanında.
Güzel bir kale içi, temiz sokaklar, güzel sanat galerileri. Azeri'lerin sanat merakı her yerde kendini belli ediyor...

Gderseniz mutlaka şehir merkezinde dolanın, deniz kenarında çay için ve dönerken eve çay getirmeyi unutmayın...

Şehir Notları:

  • Taksi kullanmaktan çekinmeyin, pahallı değil
  • Yeme-İçme Avrupa ile eşdeğer fiyatlarda
  • Yerel Şarapları çok lezzetli






 

5 Eylül 2014 Cuma

Ankara'da kahve keyfi...

Ankara'yı bilen bilir. küçüktür Ankara daha doğrusu bizim alanımız küçüktür, yürüdüğümüz sokaklar, gittiğimiz restoranlar, takıldığımız kafeler... aynıdır hep...

o yüzden yeni yerler hemen göze batar, koşup bakarız neler varmış, neler yapıyorlarmış diye.
'Cafe Eclair' de tam da bu yer işte; Tunalı'da yaz başında gördüğüm ama anca bugün gitme fırsatı bulduğum bir kafe. Minik, sevimli ve tertemiz. Çalışanlar güler yüzlü iki genç. Sahibi mi bilemediğim masada oturan bey ise pek cana yakın değilmiş gibi geldi bana, bilemem şimdiden...


İsminden anlaşıldığı gibi Cafe Eclair; eklerleriyle ün yapmak, yanında bir kaç tuzlu tatlar da sunup harika 'illy' kahveleriyle damakları şenlendiren bir mekan olmak istiyor anladığım kadarıyla. Tabi sadece ekler değil, büyük Amerikan kurabiyeleri, cookies, ve elmalı turtada var menüde.

Dükkânın dekorasyonu Avrupa'dakileri aratmıyor ancak çeşit şu sıralar az, bana söylenen kışın çoğalacağı. Öyle eklerciler gördüm ki yurtdışında beklentimi yüksek tuttum belki de ama limonlu yada beyaz çikolatalı ekler yoksa nasıl eklerci olur bir dükkan değil mi :)

Ekler seven biri olarak klasik eklerden her ne kadar süslemeleri farklı olsa da almadım, kahve yanına taze ev yapımı dereotlu mini poğaça ve Selanik gevreği oldu benim seçimin ki ikisi de çok lezzetliydi.

Son zamanlarda Tunalı'da her yer kapanıp dönerci oluyor ya mekanlar, yolunuz Tunalı'ya düşerse ve kahve içmek için mekan arasanız aklınızda bulunsun...

27 Ağustos 2014 Çarşamba

L'Antico Castello... Ankara'da Italyan


Hep aynı yerlere gitmenin keyfini de yaşarım yaşamasına, selamlaşırız, konuşuruz personelle, yeni tatlar önerirler, ne sevdiğimizi az çok bilirler...
Ama bazen de değişik yerler denemek gerek...
Fuar dolu bir dönemi geride bırakınca ablamında ziyarete gelmesiyle Ankara'da fazla değil 3-4 aylık henüz yeni sayılabilecek İtalyan restoranında yer ayırttık... L'Antico Castello...
Mekan tanıdık Filistin caddesindeki eski Kitchenette'in yerine açıldı. 
Personel çok güleryüzlü, ilgili ve bilgili. Bize servis eden çok hoş ve güleryüzlü garsonumuz tüm gece boyunca yeni tatlar önererek bize enfes yemekler yedirdi.
Başlangıçları seçtikten hemen sonra taze ekmekler ve zeytinyağı masada yerini alıyor ve şarap açılıyor. Biz şarap için Suvla- Sur tercih ettik. Daha önce denememiştim, çok şey kaçırmışım, bayıldım...öyle tatlı bir aroması varki...
arkasından sipariş ettiğimiz başlangıçlar geldi; levrek carpaccio ve karidesli bir
salata... carpaccio severim, dana, ahtapot farketmez ama levrekte olduçga başarılıydı, tavsiye ederim... karidesli, kuşkonmazlı roka salatasına gelince, lezzetler harika bir uyum içinde, malzemeler tazecikti...
ana yemek seçeneği bol, ben Sarpla paylaşmalı, pizza napolitana margarita, cem kum midyeli ev yapımı makarna ve ablam ev yapımı yaz makarnasını seçti... 
hepsi birbirinden lezzetliydi...
tatlı olarak gelen tramisu, çikolata kaplaması olmasa daha lezzetli olabilirdi, bence gerçek italyandan çıkartmış tatlının görüntü ve lezzetini...
ortam harika, yemekler lezzetli, personel güleryüzlü daha ne istenir bir restorandan...
ama porsiyonlar küçük hele de makarnaların; mantık, italya mantığı, makarna ara sıcak büyüklüğünde. Ve fiyatlar ortalamanın üzerinde...
ben havalar soğumadan gidip arka bahçesinde harika bir ortamda aklımda kalan peynir tabağı eşliğinde şarap keyfini tekrarlayacağım, sizde kaçırmayın bu fırsatı...

14 Ağustos 2014 Perşembe

Ayvalık &Midilli ve tabii ki Molivos…




 
Son senelerde adet edindik… Önce yazlığa gidip oradan da komşu ada Midilli’ye geçiyoruz… Seviyoruz karşı komşumuzu… İnsanlar kibar, yemekler güzel, Avrupa’dasın ama değilsin...

Adaya geçmeden önce eski bir arkadaşımla buluşmak için biraz erken gittiğim Ayvalık’ta dolanmaya vaktim oldu, nasıl güzel ara sokaklar, mini mini kafeler, ahşap dükkânları ile yan yana bit pazarı, eski eşyalar…

Uzun zamandır gezmemişim Ayvalığın arka sokaklarını tamam dedim işte buymuş aradığım, tezgâhlar da ki enfes emaye sürahiler, topraktan tencereler…

Birde yorulunca ‘Cafe Caramel’de taze şeftali püreli, mis gibi sakız kokan muhallebi… Ben geç tanıştım, artık bırakmam, sizde deneyin, yanına da bir Türk kahvesi sipariş edin, fincanlara bayıldım ne hoş derseniz de hemen ücretini ödeyip paket yaptırın, kış aylarında Ayvalığın sıcağını içinizde hissedin…

Arife günü geldi çattı, tüm aile toplandı, sabah erken uyanıldı, pasaportlar son bir kontrol edildi ve yola çıkıldı…

Malum bayram tatili, minicik çıkış kapımızdaki kalabalık bildiğin havalimanı sırası, Allah’tan hızlı işliyor da çabucak geçtik. Unutmadan minik bir duty free bile açılmış, meraklısına duyurulur…

Turyol’dan memnunuz biz, her sene turyol’ dan alırız biletlerimizi, 15-20 dk gecikmeli kalkar ama kalkmadığı olmaz sağ-salim karşıdasınız…

Ada’da pasaport kontrolünden geçtikten hemen sonra kiraladığımız arabalarımızı aldık, bavulları yerleştirdik ve koştuk öğle yemeğine ‘Kalderimi’ ye… Kalderimi severek yemeklerini yediğimiz Midilli’nin içinde bulunan salaş ama güzel mezeler sunan bir restoran… mutlaka uğrayın, pişman olmazsınız… Benim favorilerim; kızarmış peynir ve kalamar ızgara…

Yemek yendi, kahveler içildi, koyulduk yola Molivos’a…

Molivos geçen sene çok sevdiğimiz, zaman sorunundan konaklayamadığımız Midilli merkeze yaklaşık 1,5 saat uzaklıkta bir yerleşim.

Kiraladığımız aparta benzer otel kalenin yanında, temiz, harika manzaralı bir oteldi. Odalara yerleşir yerleşmez Molivos’un keyfini çıkartmaya başladık…

Sahildeki Sunset cafe’nin önünden denize girdik, serinlemek için arada çıkıp bir şeyler içtik, Molivos’un içinde küçük bir plaj var; organised deniyor bunlara, şezlong ve şemsiye kiralanıyor ama restoranların önünden de az sayıdaki şezlongdan birine yerleşirseniz ücret ödemeden faydalanabilirsiniz.

Deniz harika… Ilık, temiz ve berrak… Daha ne isterim ki tatilden… Denizin içinden kafanızı kaldırın ve Molivos’un dağın tepesinden aşağıya uzanan taş evlerini, arasındaki küçük kiliseyi ve küçük balkonlu muhteşem pastanelerine el sallayın…

Molivos halkı sıcak, sabahları Kalimera diye bağırıyorlar ekmek almaya giderken, herkes birbirine gülümsüyor, ev sıcaklığı bu olsa gerek…

Ertesi gün değişik bir yer daha görelim dedik ve atladık arabalara… Eressos… Molivos’tan sadece 55km olsa da, virajlı yollar, yüksek dağlar, 1,5-2 saatte varmanızı sağlıyor Eressos’a. Eressos’un uzun bir plajı var, burası da organised dediklerinden, 2 şezlong,1 şemsiye ortalama 6-7 euroya kiralanabiliyor. Deniz harika mis gibi, Molivos’ta yaptığınız gibi, yemek yerken yanına buz gibi uzo ya da Mytos birası içerken arada serinlemek içinde restoran önü plajlarını kullanabilirsiniz. Biz akşam yemeğimizi kendi muhitimizde yiyelim dedik ve hava kararmadan Molivos’tayız…

Akşamüzeri kahvesi yudumlasak, yanına da manzara eşliğinde nutella’lı lokma alsak derseniz, Molivos meydan’da minicik balkonu olan, muhteşem manzaralı  pastane sizi bekliyor…

Midilli araştırmalarında hep gördüğümüz Skala Skamnia’ya da bu sefer yolumuzu düşürdük ve öyle iyi etmişiz ki. Sevimli mi sevimli bir balıkçı kasabası, her şey resim gibi. Deniz fenerinin olması gereken yerde minik bir kilise, kilise yanında 2 küçük restoran, karşısında 1-2 kafe. Yerel kişilerden aldığımız en güzel tavsiyelerden biride kilisenin hemen yanındaki restoranın deniz ürünlü makarnasının meşhur olduğunun söylenmesi, severseniz kaçırmayın. Hemen karşısında normal bir kafe gibi görünen Kavos kafe’nin arka bahçesi denize sıfır, huzur dolu ve lezzetli yoğurt tabaklarıyla ünlü. Kavos cafe’nin asıl sahibi olan ve arka bahçede sizi selamlayan koca papağına merhaba demeden dönmeyin.

Dönüş günü, Midilli meydanı tekrar gezildi, Kalderimi de son öğle yemeği yenildi, Barrio’da kahveler içildi, bol kahkahalı harika bir tatil daha geride kaldı… sırada diğerleri…

Yapmadan dönmeyin:

·         Molivos’ta konaklamadan

·         Kalderimi’de öğle yemeği yemeden

·         Skala Skamnia’yı görmeden

·         Sabahları yerel halka Kalimera demeden

·         Harika denizden Molivos kalesini selamlamadan

·         Molivos’ta limana inerken mutlaka tepedeki cafe’de buzlu frappe için
     

Şehir Notları:

·         Genelde kredi kartı geçmiyor yanınızda nakit götürün

·         Porsiyonlar büyük oluyor, 2. İstemeden 1.nin bitmesini bekleyin

·         Molivos bayramlarda kalabalık oluyor, önceden rezervasyonları tamamlayın

·         Liman’da ki zeytinyağı dükkanına uğrayın

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Londra...











Harikaaaa... Bir kelimeye bu kadar hakkını veren şehir azdır bence.
Londra yine bir fuar için gittiğimiz, daha ikinci gününde Londra'da tatil planları yaptığımız bir şehir...
Nesini mi sevdim, her şeyini... 
Baştan söyleyeyim,o soğuk İngilizleri ben hiç görmedim, tam tersi İngilizleri çok kibar ve cana yakın buldum,tabii kraliçeyi bilemem😊
Katıldığımız fuar şehir merkezine yaklaşık 1 saat uzaklıkta olduğundan bir arkadaş yardımıyla merkezde bulunan Victoria station'a yakın bir otelde odalarımızı ayırttık, harika seçim, 'Grosvenor Hotel' eski bir yapı olan bu otelin odaları hoş, tertemiz ve kahvaltısı çok güzel ama en güzel yanı istasyona açılan bir arka kapısı olmasıymış, bayıldık bu işe:))
Her zamanki gibi otele varır varmaz atıldı bavullar odaya, koyulduk yollara...

İstikamet sırasıyla 'Buckingham', 'Big Ben' ve Parlamento binası...
Şansımıza sıcacık bir hava içimizi ısıtırken aşık oldum ben bu şehre. Saray, saray işte dedirten cinsten ama tabii ki karşısında güzel mi güzel çiçek bahçeleri... Çok vakit kaybetmeden 'Green Park'tan hızlıca ördeklere, sincaplara bakıp koşa koşa 'Big Ben'e ulaştık, nasıl güzel bir manzara o, nasıl güzel binalar, nasıl kanlı canlı bir şehir burası... Her bina ayrı güzel, her kırmızı otobüs ayrı bir hava, her telefon klübesi ayrı bir 'Doctor Who' bölümü...
Ben önceden sevmişim şehri haberim yokmuş...
'London Eye' öyle ihtişamlı ki sanki tüm şehri gözetliyor, kolaçan ediyor...
Yavaş yavaş akşam olmaya başlayınca biz azıcık hızlanalım dedik ve yürüyerek 'Covent garden' da bulunan 'Apple Markt'a gittik, öyle güzel bir ortam ki; hani kulağınızda en sevdiğiniz şarkıyı dinlerken aklınıza sevdiğiniz bir film gelir ve gülümsersiniz ya, işte o filmden bir sahne gibi... yol boyu direklerde asılı çiçekler, sokaklarda bira içen işten çıkmış insanlar, bebek arabalarını iterken şakalaşan çiftler...hayatın tadını çıkartan, mutluluğu yanında arayan yaşamlar... 
Merak etmeyin uzaktan kısa bir süre izliyor sonra bu canlılık hemen sizi de içine çekiyor...

Ne yesek ne yesek derken rastladığımız ve toplamda Londra'da yirmiye yakın restoranı bulunan Jamie Oliver'ı seçmemiz Istanbul tecrübemizle aynıydı, eh işte! Zorda kalınırsa yenebilir...
Ertesi akşam davetli olarak gittiğimiz yine 'Covent Garden'da yer alan 'Sofra Restoran' ise katlar Jamie'yi benden söylemesi. Genel olarak Türk restoranlarına yurtdışında ön yargılı olan ben, son baktığımda parmaklarımı yalıyordum. O nasıl bir içli köfteydi...
Dönmemize 1 gün kalaya kadar 'Piccadilly Circus' Trafalgar Street' gezildi ve her bina tekrar tekrar beğenildi. Çok ismi geçer görmeden olmaz dedim ve bir son akşam koştur koştur 'Oxford Street'e gittim, ama hızlı adımlarla uzaklaştım, çok turistik, kalabalık ve bakmaya değer mağzalar yok, bizde daha güzeli daha kalitelisi var,inanının abartmıyorum...

Ama tabii her şehirde bir semt kendine bağlar ya insanı benimki kesinlikle Picadilly ama özellikle de 'Old Bond' caddesi:)) 
Son sabah Picadilly'yi gezerken Royal Academi'nin büyüsüne kapılıp, kraliçe alırda ben almam mı diyerek 'Fortnum&Mason'dan çayları paketleyip  'Old Bond' caddesinden yapılan alışveriş üstüne kahvemi de içtim ya, daha ne isterim Londra'dan...
eskik kalanları nasılsa tamamlarım dedim ve ayrıldım şehirden...

Henüz gitmediyseniz biletinizi hemen ayırtın derim ben...











 

Şehir notlarına gelince:

• nehir kenarında sokak şarkıcılarını dinleyin
• bir kitapçıya girip dolanın
• parka gidip boş boş sincaplara bakın
• bazen metro yerine taksi kullanın 3-4 kişiyseniz ucuza geliyor korkmayın
• karşıdan karşıya geçerken çok dikkat edin, yeşil ışıkta otobüsler asla yavaşlamıyor
• bahşiş hesaba eklenebiliyor, kredi kartıyla ödüyorsanız ve bozuk yoksa çekinmeyin
• Marks&Spencer orada kıyafetin yanı sıra marketler zinciri o yüzden kurabiye ya da çikolata için mutlaka uğrayın güzel metal kutularda harika tereyağlı kurabiyeleri var
• mutlaka Pub'lara takılın, 1-2 yeni bira deneyin
• fish&chips yemeden dönmeyin
• kırmızı telefon klubesinde kameralara gülümseyin
• mutlaka sevdiğinizi yanınıza alın, almassanız eksikliğini hissederseniz inanın...

3 Temmuz 2014 Perşembe

bir Kahve Dünya'sı izlenimi...

Ben Kahve Dünyasını severim, evime yakınıda var, damla sakızlı Türk kahvesini içer, bazen yanında çikolata yer ya da çok açsam sandviçlerden alırım. 
Bugün akşam yemeği sonrası gittik yine, önce denemediğim merak ettiğim çikolatalı hurma aliyim dedim henüz bu şubeye ulaşmamış!!!Reklamlar her yerde, benimde canım istedi ama neyse...
Denemediğim ikinci çikolataya çarptı gözüm,yaban mersinli draje...ben çok sevdim....avuş avuş atasım geldi ağzıma.
neyse oturduk kahveler geldi falan, hiç denemediğim için kararsız kalıp, bir şans verip 1 tane güllü macaron sipariş ettim...
Takip edenler bilir, macaron nerde ben orda... Paris'te koş Laduree'ye ertesi gün Angelina'ya... Her kahve yanı Paul'den macaron atıştırmaya...
Her neyse Istanbul'da Beyaz fırından Ankara'da Divan'dan alıyorum, tam olmuyor ama tutuyor...
Kahve dünyasında bekle bekle gelemedi...
sonra ağzından yanlışlıkla kaçıran servis elamanı, açılsın getiricem dedi😳😳😳
neee... dondurulmuş muuu!!!!
birde naapsın zavallı, öyle olur ama demez mi bana!!!
neyse merak içinde aldım elime, aman Allahım sakız unutmuşlar sanki içinde... rezalet... Güllü macaron yaklaşık 100 belki de daha fazla yıllardır Paris'in simgesi olmuş, bizim ki de gül suyuna düşmüş unutulmuş...
bir daha mı Kahve Dünyasında macaron asla!!!
çikolata alın, dondurma alın, kahve için ama macaron'dan uzak durun.
Hele de bilmeyen, denemek isteyen birine sakın almayın...sonra gerçek lezzeti bilmez,böyle bişey zanneder, damak tadına yazık eder...


27 Haziran 2014 Cuma

Versaille Sarayı ve tabiiki Paris...










Paris yazılarımın sayısını ben bile unuttum artık, her sene gider, aynı yerleri gider tekrar tekrar dolaşıp, aşık olup dönerim Paris'ten...

Beş gün Paris'teyiz fuar için ve pazar günümüz boş, ne yapalım dedik ve havanın güneşli olacağını öğrenince koşup Versaille biletlerimizi aldık...Ertesi gün kahvaltı sonrası Versaille.
Otelimize yakın olduğu için Sacre Coeur ziyaret edilmeden olmaz, 1-2 sokak şarkıcısı dinleyip, Montmarte'ın huzurlu sokaklarında gezinmeli, seramikçiye uğramalı ve şehre en tepeden ben geldim diye haber verilmeli...
Yatma vakti, daha sabah kalkıp Paris'in en sevdiğim yanı olan Croissantlı kahvaltısından yapılmalı...
 
 
 
Versaille sarayı tarihe birebir şahit olmuş, Marie Antoinette'in yaşamasıyla biz turistlere daha da cazibe merkezi haline gelmiş bir saray...

 
İlk gidişim değildi yıllar önce ablam lada gitmiştim ama zaman kısıtlıydı tüm günümü geçirememiştim.
Saray'a giriş ücreti, saray ve bahçe olarak ayrılıyor, ikisini birden alırsanız 25 euro, yok ben yatak, tablo, balo salonu istemem derseniz sadece bahçe 9 euro. Ama benim tavsiyem gitmişken bir sürü ihtişamlı balonun düzenlendiği ve önemli anlaşmalara kulak misafiri olan 'Aynalı Salon' uda görmeniz...
Biz kalabalık ve bahçeye ulaşmaya çalışmanın heyecanıyla hızlı bir saray turu yaptık ve işte karşımızda muhteşem bahçe...
Öyle güzel, öyle ihtişamlı ki... ben bahçe'de yaşasam saray sizin olsa dedirtecek tarzdan...
Bahçede dolaşmak, saatlerde minik gölün çevresinde uzanmak yada bizim yaptığımız gibi gölde sandal kiralamak mümkün, sandal kirası 30dk 12 euro civarı...
Çok yorulduk bir kahve molası dediğimiz sırada karşımıza çıkan Angelina cafe, Paris'in en eskilerinden, bunu kahvenin ve muhteşem macaronlarından test edebilirsiniz... 
Güneşlenme faslıda bittikten sonra, koşa koşa Marie Antoinette'in mülkü olarak anılan bahçenin diğer kısmına geçtik...
Bahçıvan'ın evi...
Yel değirmeni...
Ve aklınıza gelebilecek tüm köy evleri...
Öyle güzel ki...
Tüm günümüzü ayırdığımız Versaille sarayındaki gezimize son verip, otele dönmek için tren istasyonundaki bekleme sıramızı aldık...
Paris aynı Paris ama her geçen yıl daha da pis, çöpler sokaklarda, sigara izmaritleri her yerde... Birde evsizler bar tabii, hiçbir yerde görmediğim kadar çok, bazıları alkolden bazıları ise öyle belli ki yeni kaybetmiş varlığını karı koca yerlerde...
Paris'e gidip Fuxia'a da yemeden olmaz deriz hep, İtalyan mutfağı nede olsa sadece makarna, lazanya ve başlangıçlardan oluşan menüsüyle tam bize göre, kendi şarapları lezzetli ama asıl lezzet tatlılarında gizli...
Birçok şubesi olan Fuxia'yı size yakın olanını bulup deneyin bence.
Çok çalıştığımız bir günün ardından kocaman hamburger olsa da yesek dediğimizde yardımımıza ' foursquare ' koştu ve yakınınızda var hem de çok ünlü dedi...
'Big Fernand' isimli minicik hamburgecide yediğimiz hamburgerin hala tadı damağımda... Hele de o patates kızartması yok mu mutlaka denenmeli. Menü fiyatı 12-15 euro arası...

Paris gezimin sonrası malum, Disney shop'a gidip Sarp'a Mikey'li yada arabalı hediye bakılmalı, marketten şarap ve peynir alınmalı...
Alışveriş'te tamamsa güzel veda Laduree'de yapılıp, güllü macaron sipariş edip, noolursa olsun yine gelirim diyip sohbet noktalanmalı...
 

14 Haziran 2014 Cumartesi

yine yeniden Paris...

yarın sabah yine yeniden Paris....

Defalarca gittim Paris'e, nerdeyse her sene, tek sorun fuar zamanı minicik odaları olan otellere servet ödemek olsa da, yine yeniden her sene coşkuyla giderim...

yine croissant yerim, kahvemi içerim, vakit bulursam minicik masalarda oturup insanları izler, daha da uzun vaktim olursa açar kitabımı söyler şarabımı keyfime bakarım...

sokaklarını severim Paris'in, binalarını, hüznünü, coşkusunu... nehir kenarında ki kafeleri, çimenlere uzanan insanları hele de pazara rastlarsam, ev yapımı tatlıları...

iyi bilirim Paris'i, bıkmadan sokaklarda yürür, macaron gördüğüm her pastaneye girer, şarap butiklerinde bavula nasıl sığacağını düşünmeden bir sürü şarapla çıkarım...

bunlar yetmezmiş gibi birde bavulun her köşesine peynir sıkıştırır, hele de sevdiğim cevizli olanı bulursam yüzümde büyük bir sırıtışla dönerim...

tüm Avrupa'yı severim sevmesine ama Paris'i hissederim, sanki önceden yaşamışım da hala bir parçam ordaymış gibi...

5 Haziran 2014 Perşembe

İstanbul Kırmızısı... Ferzan Özpetek

Yolculuklar kadar yolculuğa çıkmadan önce aldığım her yeni kitabın heyecanını da severim...
gitsek ya artık havalimanına, alsam ya hemen kahve, başlasam okumaya...
Bugün yolum günü birlik İzmir'e düştü, eee yeni yolculuk, yeni kitap. Bende uzun zamandır alamadım dediğim bir Ferzan Özpetek kitabı olan İstanbul Kırmızısı'nı seçtim günün kitabı olarak.

Nasıl da iyi etmişim, uçakta başladım okumaya, İzmir'de bir kahve içtim ve bitti!
Öyle samimi, öyle içten geldi ki bana, sanki karşımda anlatıyormuş ta, kapağı kapatsam ayıp olacakmış gibi, sayfalar birbirini takip etti.
Bizim semtimiz, bizim kavgamız, bizim hislerimiz ve bir de yabancı ama çokta yabancı olmayan hayatlar...

Bana sorarsanız eğer hazır tatil sezonu da açılmışken hala okumadıysanız, yola çıkmadan bir kitapçıya uğrayın ve kısa ve samimi bir yol arkadaşı edinin... 


28 Mayıs 2014 Çarşamba

Berlin...

Almanya Avrupa'da en sevdiğim ülkelerden biridir. Tarih var, yemek var, bira var... var da var... sokaklar temiz, insanlar güler yüzlü...

Bu ayki fuarımız Berlin'de olduğu için 5 günlüğüne Berlin'e düştü yolumuz. Daha önce şubat ayında gidip, üşümekten şehri fazla hissedemediğim Berlin yine de aklımda kalan gibiymiş... harika...

Otelimizi şehrin en bilinen caddesini (Kürfünstendamm) kesen bir sokakta bulduk ve hemen ayırttık..

Hampton by Hilton, yeni yapılmış, küçük, temiz ve yardımcı personele sahip bir otel. Kahvaltısı da yeteri kadar güzel. Aynı zamanda otele çok yakın olan S bahn ( Savigny Platz ) çevresi de oldukça hareketli, bir sürü restoran bulmanız mümkün.

Berlin'de gezilecek yerler öyle çok ki sadece akşamlara ve dönüş gününün uçak saatine kadar anca seçim yapıp gezmeye fırsat bulabildik.


Yemek konusuna gelince her şey öyle lezzetli ki, tavuğu Almanlardan daha güzel pişirenini henüz görmedim desem yeri... Kızartması, ızgarası.. nasıl isterseniz. Ama sanmayın sadece tavuk var; enfes Wiener shnitzel, harika sulu biftekler ve tabi ki Curry Wurst ( köri ile servis edilen Alman sosisi) yanında da buz gibi Weizen beer( buğday birası). Bunlar olmaz derseniz çok hoş İtalyan restoranları da var tabii.
Benim gibi diyette değilseniz bol bol bira yanı Bretzel ve üstüne de tatlı olarak Berliner de iyi seçim olabilir... Almanlar pastane işinde de çok başarılı, belirtmeden geçemedim :)










Gelelim gezilecek yerlere;

Reichstag Berlin'in içini gezmek isterseniz eğer internetten en az 2 ay önce rezervasyon yapmalısınız, biz gezemedik, sadece üst kubbede gezerim buda bana yeter derseniz 2-3 gün öncesinden rezervasyon yeterli...


    Branderburg Tor ( resimlerde görülen ihtişamlı kapı ) U ya da S bahn ile Praiser Pl durağı . Gitmişken hemen yakınında ki Holocaust Memorial'ı da ziyaret edin derim ben...









      Berlin Duvarı ( yıkıldıktan sonra kalan son kısım ) U ya da S bahn ile Warschauer str durağında inip 2 dk yürüyerek ulaşabilirsiniz



      Müzeler bölgesi ( Berliner Dom, Pergamon Museum, Historical German Museum ...) S bahn ile Hackescher Markt ya da U bahn ile Alexander Platz duraklarında indiğiniz de 2 dk yürüme mesafesi . Gitmişken Berliner Dom'un muhteşem bahçesinde yatıp dinlenmeyi unutmayın

      • Check Point Charlie ( kontrol noktası )U bahn ile Kochstr durağı.

       
       
       
      Hackescher Markt' a gitmişken nehir kenarındaki masalarda oturup sokak müzisyenlerini dinleyebilir ya da dans edenleri serredip şehrin büyüsüne kapılabilirsiniz...








      Nerdeyse her köşede rastalayabileceğiniz Berlin ayısı figürleriyle fotoğraf çekmeyi de unutmayın...



       
      Bizim berlin gezimiz harikaydı, tadı damağımızda kaldı... Bir sonraki yolculuk haziranda Paris'e ....